Doktor olmak isteyen gençlerin büyük kısmı güvenlik kaygılarıyla böyle bir tercihe yönelmelerine rağmen doktorluğun saygın bir meslek olduğundan dolayı tercih ettiklerini dile getirirler. Halbuki hemen hepimizin çocukken doktorlarla kötü anılarımız olmuştur ve yetişkin de genellikle saygı duyacak kadar vakit geçiremeyiz doktorlarla. Buradaki sorun, doktorların kişiliklerinden ziyade eğitim gördükleri ve çalıştıkları sistem içerisinde saygınlık kazanmalarının oldukça zor olmasıdır.

           Sağlık sistemi içerisinde genel tutumun da sorun üzerinde önemli bir etken olduğunu belirtmeliyim. Çünkü sağlık sistemi hastayı merkez alan bir yapıyı terk edeli epey oldu. Artık, teknolojinin doktorların kararında baskın rol oynadığı, ekonomik kaygıların tedavi yaklaşımlarını şekillendirdiği, doktorların ve hastanelerin kendi yasal güvenliklerini merkez aldıkları bir yapı var karşımızda. Doktorlar tedavi planı oluştururken gereksiz test, ilaç ve ameliyatları üzerimizde bir tüketim ve ticaret malzemesi olarak kullandıkları ve bundan doğan olumsuz sonuçların bedelini hiçbir zaman ödemedikleri yasal bir kurmacanın arkasına sığınmış durumdalar.

            Doktorların Amerika’da dava edilmekten Türkiye’de ise dayak yemekten (ve tabi yine dava edilmekten) korunmak adına sorunsal bir yönelimleri var. Kendini koruma sistemi diyebiliriz buna (Gigerenzer, 2013). Artık hastanın sağlığından ziyade aşırı tedavi yaklaşımlarıyla doktorun kendini hem maddi hem de manevi olarak güvenceye aldığı bir sistem oluşmuş durumda. Bundan dolayı gereksiz tedavi ve ameliyatlar üzerinden hem ciddi bir piyasa oluşturuldu hem de doktorlar kendilerini daha güvende hissedebilecekleri bir düzenin içinde konumlarını güçlendirmiş oldular.

Reklam

           Hastanede bir sürü test ve tetkikten geçip bir sonraki randevuda başka bir doktorla benzer durumları tekrar yaşamak zorunda kalmayan çok az kişi vardır. Uzun uğraşlar sonrasında sizi ilk defa gören başka bir doktor tarafından 5 dk.lık muayene ile “Seni ameliyat alalım” dediğinde güvenip ameliyat kararını çabucak verebilirsiniz. Halbuki, ameliyatın etkileri ve riskleriyle alakalı hiçbir bilgilendirmeye tabi tutulmadan verirsiniz bu kararı. Sonuçta, ne doktorun sizi bilgilendirecek zamanı vardır ne de sizin ameliyat risklerini sorgulayacak bilinciniz. Ayrıca doğru bilgilendirmeyle ameliyat olmaktan vazgeçerek doktorun potansiyel kazancını yok edebilirsiniz. Sonuç olarak, riski alan her daim doktor değil siz olursunuz (Gigerenzer, 2013). İronik olarak, doktorun güvenliği sizin güvenlik ve sağlığınızdan önde gelir. Böylesine bir sistemde risk daima hasta tarafından alınır ve doktorlar aldıkları hatalı kararlardan kendilerini en fazla dayak yiyerek sıyırırlar.

           İşte tıpkı sağlık sistemi içerisinde olduğu gibi akademik cenahta da böylesi bir yapının hakim olmaya başladığı bir döneme girmiş olabiliriz. Bizzat kendi yaşadığım bir vaka ve etraftan çokça duyduğumuz benzer vakalar itibariyle akademisyenlerin de yüksek lisans ve doktora öğrencilerini değil de kendi güvenliklerini merkeze aldığı bir yapıya geçiş yapılmış olabilir. Şimdi, doktorlar ile akademisyenlerin ortak bir sorunu olduğunu düşündüğüm bir noktayı tartışmak istiyorum.

Sağlık Sektörüyle Akademideki İlginç Benzerlik

           Burada merkeze alacağım mesele, doktorların içinde bulundukları sağlık sisteminden öte kendilerini korumayı merkeze aldıkları karar verme tarzlarının benzerinin akademik yüksek okul sisteminde de görülmesi olacak. Bir PDR mezunu olarak 2015 yılından beri çeşitli üniversitelerde PDR yüksek lisans mülakat ve sınavlarına girdiğim süreçte bazı gözlem ve çıkarımlarım oldu. Bu çıkarımlar yalnız benim deneyimlerime dayandığı için genel bir sistem sorunu olup olmadığı konusunda kesin yargılar bildirmekten olabildiğince kaçınacağım. Fakat sağlık sitemindeki sakat yapının paralel bir biçiminin akademide de varlık göstermesinin, akademik yazınımızın nitel ve nicel olarak olumsuz etkileyeceğine de işaret etmek niyetindeyim.

            İsmini vermeyeceğim bir üniversitede 2015 yılında mezun olduğum ilk sene PDR yüksek lisansı için şansımı denemeye karar verdim. Yazılı bir sınavla bilgilerimizin sınanması ve sonrasında sözlü olarak hocaların kendi kriterleri doğrultusunda değerlendirilmeleri sonucu bu deneme benim için başarısız geçti. Bu, sonuna kadar hak ettiğim bir başarısızlıktı. Fakat, aradan dört yıl geçip tekrardan aynı üniversitenin yüksek lisansına başvurduğumda işlerin epey değiştiğini fark ettim. Bu sefer yazılı bir sınav yoktu ve sadece 25 sorudan oluşan bir teste tabi tutulduk.

           Daha sonrasında ise sözlü mülakata üçerli olarak alındık (bu da ayrı bir eleştiri konusu). İşin bu kısmı oldukça tuhaf, çünkü sözlü mülakatta genelde sorulan klasik sorular yerine ezbere cevaplanabilecek temel bilgi sorularına maruz kaldık. Hiç kimse buna anlam veremese de kimsenin itiraz edecek gücü yoktu. Fakat yine de sorgulamadan edemiyorduk. Bilgi kısmını yazılı sınavda halletmiş olmamız gerekmiyor muydu? Artık, yüksek lisansa uygun kişiler olup olmadığımızın anlaşılacağı asıl sorulara geçmemiz gerekmiyor muydu?

            İşin daha vahim tarafı, hep sanırız ki, akademik kariyer için seçilecek kişilerin bilimsel araştırma ve yayınları takip etmesi bir avantajdır. Sözlü mülakatta bir makaleye gönderme yapmak adayı standartların çok üstüne çıkartırdı. Galiba bu da eskide kalmış. Neden mi? Çünkü bana yöneltilen sorulardan biri, transaksiyonel analizle alakalıydı. Ben de hikaye anlatıcılığıyla alakalı bir araştırma yaptığım için denk geldiğim bir makalede tam da bu konudan bahsedildiğini hatırladım. Makalenin içeriğinde hikaye anlatıcılığıyla transaksiyonel analiz bütünleştirilmiş bir şekilde işleniyordu ve ben de örnek olarak bundan bahsetmek istedim cevap olarak.

           Heyecanlanmıştım, bir makaleye gönderme yapılarak verilen bir cevap epey havalı görünecekti. Fakat daha lafımın başlarındaydım ki soruyu yönelten hoca lafımı kesti ve “Bize hikaye anlatıyorsun şu an, biz daha net bir cevap istiyoruz?” dedi. Hevesim kursağımda kalmıştı ve sonrasında istedikleri o objektif cevabı da vermiştim ama ikinci soru da aynı şekilde ve bu sefer bilmediğim bir yerden bilgi odaklı sorulunca mülakattan pek umudum kalmadı. Çıktığımda tuhaf bir sorgulama hali hissettim kendimde. “Ben neredeydim ve burada ne yapıyordum” tarzı bir yabancılaşma hissettim. Burası yüksek lisans mülakatı değil miydi? Bilişsel olarak verdiğim bu cevabın daha üst düzey karşılanıp alkışlanması gerekmiyor muydu? Muhtemelen hiçbir öğrencinin yapmadığı şekilde, bir makaleye gönderme yaparak cevap vermek istediğimde neden engellendiğime anlam vermekte zorlanıyordum.

Kendini Korumanın Sorunsallığı ve Bedeli

            Benim yaşadığım bu vaka ile sağlık sistemindeki sorunu nasıl bağlayacağım muhtemelen bu tartışmanın da cevabı olacak. Buradaki değişimin nedenine odaklanmak gerekiyor öncelikle. Dört yıl içerisinde ne olmuştu da böyle bir mülakat tarzına geçmişlerdi? Bu durum, doktorların dava edilmekten veya dayak yemekten kurtulmak için seçilen tarzdan kaynaklanıyor olabilir mi? Kendini korumaya alma yaklaşımıyla hasta yerine bu sefer öğrencileri; doktorlar yerine akademisyenleri koyduğumuzda çok benzer bir tablo ortaya çıkıyor bence. Burada bahsettiğim 4 yıl sonraki değişimin kaynağı da aynı şekilde benzer görünüyor bana.

           Daha sonradan aldığım haberlerde akademisyenlerin davalık olma korkusuyla işleri olabildiğince objektif halletmek istediklerini öğrendim. Yani, aslında bu tarzı öğrenciler tarafından dava edilmek ve gelecek itirazlardan sakınmak adına benimsemişlerdi. Herhangi bir haksızlık ve yanlılık olmadığına ikna olmamız için çoktan seçmeli test ve kısa cevaplı sorular tercih edilmişti. Tıpkı doktorların kendilerini suçlayamayacağımız gibi buradaki akademisyenlerin de suçlanamayacağını; sorunun daha geniş bir perspektiften değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Fakat, ortada bir sorun olduğunu da inkar edemeyiz. Peki, objektiflik neden bir sorun olsun ki diye sorabilirsiniz. Belki de böylece, gerçekten daha adil ve geçerli bir seçme yöntemi bulmuşlardır. Kendilerini korumaya almanın yanında öğrencinin hakkını gözetiyorlardır belki de, olamaz mı yani? Hayır, pek sanmıyorum.

            Bu seçme şeklinin gerçekten adil ve geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu şekilde seçilenlerin, gerçekten bilimsel olarak akademiye katkı sağlayacak doğru insanlar olduklarını iddia edebilir miyiz? Bana pek öyle gelmiyor. Bunu en iyi bilenler yine eğitim fakültesindeki hocalar olmasına rağmen çoktan seçmeli soru tarzının, sadece 25 soru sorulmasının, sözlü mülakattaki soruların da sadece bilgi ve kavrama düzeyinde olmasının elle tutulur yanı kesinlikle olamaz. Çünkü biliyoruz ki Ölçme ve Değerlendirme diye bir dersi veriyor bu fakülte. En iyi bu hocalar biliyor seçtikleri bu yöntemin güvenilir ve geçerli olmadığını.

           Soru sayısının bu kadar az olması kapsam geçerliğine, çoktan seçmeli ve sadece bilgi/kavrama düzeyinde sorular sorulması da yapı geçerliğine aykırıdır. Bu kuralı hepimizden daha iyi biliyor bu hocalar. Bu ölçme şeklinin güvenilir ve geçerli olmadığının farkında olduklarını varsayıyorum doğal olarak. Çünkü öbür türlüsünü düşünmek dahi istemiyorum. Ancak, yazılı sınavlar yaparak ölçülebilecek sentez ve değerlendirme düzeyinin hiç mi hiç aranmadığı bir ölçme şeklinden bahsediyoruz burada. Bu değerlendirmeden geçen kişilerin, Bloom’un 6 basamaktan oluşan bilişsel taksonomisinde 2. düzeyde olduklarını kanıtlayan bir ölçme yönteminin sorunlu olduğunu söylüyorum. Seçilen kişilerin sentez ve değerlendirme düzeyinde olup olmadıkları ise bir muamma olarak kalıyor. Peki bu hocalar sentez ve değerlendirme yapamayan kişilerin kaliteli bir akademik yazın üretmekte ne kadar zorlanacağından habersiz olabilirler mi? Hiç sanmıyorum. Maalesef akademideki asıl kaygının artık bu olmadığı açık.

            Bu deneyim elbette benim bir üniversite üzerinden edindiğim bir anekdot kaydı olarak ele alınmalı. Bunu Türkiye’ye genellemek bilimsel olarak geçerli bir hipotez değil fakat, bütün diğer üniversitelerde işlerin harika yürütüldüğünü düşünmek de bana fazla iyimser geliyor. Burada yaşanan sorun, birilerinin ihmalkarlığı veya etik dışı davranması değil, normalleşen bir sistem sorunu: Kendini koruma yaklaşımı. Bu soruna bütün olarak bakıp olumsuz sonuçlarıyla uzun vadede zarar görenin hepimiz olacağını görebilirsek çözüm için almamız gereken tutumu da fark edebiliriz.

Boğaziçi Üniversitesi, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümü mezunuyum (2015). Çok yönlü gelişime ve farklı disiplinlerden beslenmenin önemine inanıyorum. Danışanlarıma ve öğrencilerime destek olurken kendi hayatımda da çokça faydasını gördüğüm Mindfulness temelli yaklaşımları ve Kabul ve Karalılık Terapisi (ACT) ile çalışıyorum. Ergen veya yetişkin yaş grubundaki danışanlarımın sosyal-duygusal mesleki ve eğitsel olarak yeni beceriler kazanmasına destek oluyorum. Online psikolojik danışmanlık ve öğrenci koçluğu desteği almak için bana e-mail adresimden ulaşabilirsiniz: [email protected]