Soğuk, yağışlı bir bahar sabahında okula gitmek için hazırlanan 5 yaşındaki Emre, babası tarafından arabayla okula bırakılacaktır. Emre hazırlanırken, annesi perdeyi aralayıp havanın durumunu anlamak ister ve gördüğünden pek memnun olmadığını şöyle ifade eder: “Ah! Ne kadar da güzel bir gün”. Buna şahit olan Emre, annesinin neden böyle söylediğini anlayamaz. Çünkü hava hiç de güzel değildir. Babasıyla beraber okula giderken babasına sormaya karar verir: “Baba, annem çıldırdı galiba”. Babası şaşırarak “Neden ki?” diye çocuğuna bakar. “Bu sabah annem perdeyi aralayarak dışarı baktı ve ‘Ne kadar da güzel bir gün’ dedi”. İç çekerek anladığını gösteren babası ironi kavramını çocuğuna açıklamaya çalışır: “Bazen insanlar söyledikleri şeyin tersini kastederler, aslında annen havanın ne kadar kötü olduğunu bu şekilde ifade etmiş”. Cevaptan tatmin olmuş görünen Emre ile babası okula kadar konuşmadan yollarına devam ederler.

            Akşam babası eve döndüğünde Emre’nin odasına uğrayıp gününün nasıl geçtiğini öğrenmek ister. Fakat, odaya girer girmez tuhaf bir manzarayla karşılaşır. Emre yatağını dağıtmış, bütün oyuncaklarını her yere saçmıştır. İlk başta odada bir öfke patlaması yaşandığını düşünen babası yine de emin olmayarak Emre’ye bu odanın neden bu halde olduğunu sorar. Emre de kendinden emin bir şekilde şu cevabı verir: “Bak baba, ne kadar da düzenli bir odam var değil mi?” Bu cevabı alan baba rahatlamış bir şekilde ironi kavramıyla alakalı sohbetlerini hatırlar ve “Artık bu kavramı öğrendiğini kanıtladığına göre odanı toplayabilirsin” diye çocuğuna gülümser.

            Bu hikaye ile Emma Parfitt’in yazdığı “Young People, Learning and Storytelling” kitabının ilk sayfalarında karşılaşmıştım. Hikaye sürpriz sonuyla o kadar hoşuma gitmişti ki kitabın devamında nelerle karşılaşacağım konusunda beni epey heyecanlandırmıştı. Merak ediyordum, kitabın bana daha neler katacağını, özellikle hikaye anlatıcılığına ilgimin tavan yaptığı o dönemlerde. Kitabı bitirdiğimde beni hayal kırıklığına uğratmadıysa da başlangıçtaki beklentimi de karşılamamıştı. Ama sonuna kadar kitapta neler olduğunu görmemi sağlayan bir merakla okumaya devam etmiştim. Hikayelerin gücüne olan inancımı bir kere daha kanıtlamıştı bu örnek. Bu yazıya bu hikayeyle başlamamın nedeni tam da bu: Okuyucuda yazının devamını merak ettirmek.

            Peki bir yazıya hikayeyle başlamak salt merak ettirmeyi mi sağlıyor (Bu arada en iyi TED konuşmalarının da bir hikaye ile başladığını vurgulamak isterim)? Sadece bu olsaydı hikaye anlatıcılığı bu kadar ilgimi çekmeyebilirdi. Beynimizin hikayelerle düşünmeye çok daha elverişli bir yapıya sahip olması esas mesele gibi görünüyor. Hem sırf insanlar merak etsin diye bir hikaye ile başlamak onları manipüle anlamına gelmez mi? Bunun da pek etik sayılmayacağı ortada. Hikayeleri salt bir tekniğe indirgersek böyle bir sonuca çok hızlı bir şekilde varabiliriz. Fakat hikayeler anlatan kişiyle bir güven ilişkisi kuramadığı sürece etkili olmayacaktır.

            İyi bir hikaye dinlediğimizde ya da okuduğumuzda bunu anlatan kişiyle aramızda bir güven bağı oluşmaya başlar. Bunu beyindeki oksitosin hormonunun salgılanmasından anlıyoruz. Bu hormon da insanlar arasındaki sevgi, şefkat ve destek gördüğümüz zamanlarda salgılanarak bize “Bu kişiye güvenebilirim” hissi verir. Bu da bize hikayelerin aramızda bağ kurmasıyla güç kazandığını gösteriyor. Belki de bu yazıyı size hala okutan, anlaşılması zor ama bir o kadar büyülü bir şekilde aramızda kurulan bu güven bağıdır. Hala buradasınız, değil mi? Güzel, devam edelim o halde.

            Her ne kadar hikayelerin stratejik olarak kullanılmasıyla alakalı etik bir vurgu getirsem de yazının başındaki hikayeyi bu amaçla kullandığımı da itiraf etmeliyim. Kabul ediyorum, bu hikayenin ekmeğini çok yedim (Üstün yetenekli çocukların velilerine verdiğim bir seminerde de bu hikayeyi anlatarak giriş yapmıştım). İstanbul Üniversitesinde pek az bilinen ama bazı dersleriyle gönlümü fetheden bir yüksek lisans programı var: Kişilerarası İletişim. Bu bölümün derslerini araştırırken biri oldukça dikkatimi çekmişti: İlişki Yönetimi ve Öyküleme (Hikaye Anlatıcılığı). Sırf bu dersi almak için bu bölüme kaydolsam değermiş dediğim derstir kendileri.

            Hikayeye gelecek olursak, ders sürecinde beyin ve hikaye anlatıcılığıyla ilgili bir sunum yapmam gerekiyordu ve bunu seve seve yapmıştım. Sunumda merak duygusu uyandırmanın hafızayla ilişkisi üzerine bir argümanı açıklıyordum ve sunumun ortasında bu hikayeyi anlatmaya karar verdim. Fakat, hem merakın akılda kalıcılığı arttırdığını göstermek hem de dikkatleri daha da üzerimde toplamak için hikayeyi anlatırken yarıda kesip sunuma devam ettim. Hiç unutmuyorum, bir arkadaşımın “Meraktan çatlayacağız, devamını anlatsana!” diye haykırması bana müthiş bir haz vermişti ve epey eğlenmiştim. “Hayır, sunumu bitirdiğimde hikayenin geri kalanını en son anlatacağım” deyip sunuma devam etmiştim. Sunum biterken hikayeyi tamamladığımda, herkes rahatlamıştı.

            Gördüğünüz gibi, hem anlatana hem dinleyene hem de aralarındaki ilişkiye sunduğu katkısı göz ardı edilemeyen hikaye anlatıcılığı, öğrenilmesi ve kullanılması gereken bir yaşam becerisi olarak ele alınabilir. Sunum veya konuşma yaparken ya da karşı tarafa herhangi bir mesajı iletirken olsun fark etmez, hikaye anlatıcılığı hayat boyu geliştirmeyi planladığım bir iletişim becerisi olacak.