“Benim en iyi dostum terzimdir. Beni her gördüğünde ölçülerimi tekrar alır. Öteki tanıdıklarımsa eski ölçüleriyle devam ederler ve benim o ölçülere uymamı beklerler.”

George Bernard Shaw

           IQ testleri, modern eğitimle beraber dede ve ninelerimizden daha zeki hale geldiğimizi söylüyor. Bu gerçeği ilk fark eden kişi, zekâ üzerine araştırmalar yapan James Flynn’dı. Flynn Etkisi olarak literatüre geçmiş bu olguya göre, modern eğitim sayesinde soyut düşünme becerisini oldukça geliştirdik. Bu beceri sayesinde şimdiki teknolojik atılımları gerçekleştirebiliyoruz. Aslında Flynn Etkisi, atalarımızdan zekâ potansiyeli açısından daha üstün olduğumuzu söylemiyor. Modernleşmeyle beraber ihtiyaç duyulan soyut düşünme potansiyelinin daha fazla ortaya çıkarılmasından bahsediyor.

Reklam

            Flynn Etkisi bizim IQ testlerinden daha iyi sonuçlar almamızı açıklarken, bazı temel akıl yürütme becerilerini kullanmamızdan hareket eder. Bunlardan en barizi gruplandırmadır. Bu beceri IQ testlerinin vazgeçilmez unsurlarından biridir ve aslında sanayileşme öncesi çok da ihtiyaç duymadığımız bir beceri türüdür (akt. Epstein, 2016).

           Bir örnek vermek gerekirse, en ücra köylerde yaşayan biri için içi boş ve içi dolu iki daireyi bir grup olarak düşünme eğilimi olmayabilir. Ona göre, içi dolu olan daire madeni paradır, boş olan ise aya benzemektedir. Bir diğer örnek de şöyle: Bir çekiç, testere, balta (bunları zihnimizde otomatikman alet olarak gruplandırırız) ve bir ağaç kütüğünü gruplandırması istendiğinde ücra köyde yaşayan kişilerden biri, bizim grupladığımız aletleri kütükten ayrı düşünemeyeceğini belirtir. Çünkü kütük olmadan aletler hiçbir işe yaramadığı ortadadır (akt. Epstein, 2016).

            Peki, içinde bulunduğumuz dünyaya uyum sağlamanın gereği olarak soyut düşünme becerilerimizi geliştirmenin bir bedeli var mıdır acaba? Kategorilerle düşünme eğilimi nesneler dünyasında tıkır tıkır çalışırken işimizi oldukça kolaylaştırır. Öbür yandan, bize doğa üzerinde hâkimiyet gücü veren bu beceri, insanı anlamaya çalıştığımız gerçeklikte bizi engelliyor olabilir. Standartlara indirgeyerek ölçmeye çalıştığımız kişilik özelliklerimiz gerçekten bizi gerçekten yansıtıyor mu? Yoksa kendi kendimizi bazı kategorilere koyup onun dışında da var olma ihtimalimizi kısıtlıyor olabilir miyiz? Başkalarının da kategorilere sığmadığını fark etmeden onları gerçekten anlamamız mümkün mü?

            Özellik (trait) kişilik kuramlarına göre yapılan ölçümler, hem başkalarını hem de kendimizi dışadönük veya içedönük kategorisine yerleştirmeye yönlendirir. Buna dayanarak özümüzde bu özelliklerden birine sahip olduğumuzu varsayarak kendimizi ve diğer insanları soyut bir kavram altında gruplandırırız. Hâlbuki insanı bağlamından bağımsız ele almak, onun bazı karakter özelliklerine her durumda tutarlı bir açıklama getirme uğruna keyfi çıkarımlara yöneltir.

           Buna dair çocukların gözlemlendiği bir araştırmada (akt. Rose, 2015), çocukların bazı durumlarda içedönük bazılarında ise dışadönük davranışlar sergiledikleri gösterildi. Yani, bazı durumlarda bir çocuk içedönük olabiliyorken bazısında ise oldukça dışadönük davranışlar sergileyebiliyor. Durum ve özelliği birbirleriyle etkileşim halinde görmekte fayda var gibi görünüyor. Öbür türlü, kısır gruplandırmalara bel bağlamakla zekâmızın geliştiği gerçeğine rağmen hatalı bir düşünme yapısına saplanmış oluyoruz.

           Bizi kategoriler ve etiketlerle düşünmeye yönelten bir başka örnek de marşmelov deneyi. Psikoloji araştırmaları arasında önemli bir yere sahip ve ilk olarak 60’lı yıllarda yapılan bu deneyde, ufacık çocukların özdenetim düzeylerini ölçmek ve gelecekteki başarı düzeylerini yordamak için onlara marşmelov ikram edilir. Araştırma görevlisi, çocuğa önündeki marşmelovu yemeden beklerse iki tane marşmelov yiyebileceğini söyler. Tabi isterse, görevli çıkar çıkmaz önündeki marşmelovu yiyebilecektir. Bazı çocuklar gerçekten sabredip beklerler ve ödüllerini alırlar. Bazıları ise özdenetim düzeyleri düşük olduğu için gelecekteki başarı düzeylerini yordayan bir seçim yaparak önlerinde bulunan tek marşmelovu yerler.

           Bu deneyde çocukların içinde yaşadıkları bağlam dikkate alınmadığı için özdenetim düzeyleri açısından etiketlemeye maruz kalmışlardır. Marşmelovu hemen yemesinin arka planında nasıl bir gerçeklik olduğu pek dikkate alınmamıştır. Özdenetimi yüksek olan çocukların da aynı şekilde bunu sağlayacak nasıl bir dünyaya sahip olduğu, yani bağlamları göz ardı edilmiştir. Buna karşın, deneyde özdenetimin önemine dair bir ders çıkarmak elbette ki mümkün. Fakat bizi özdenetimden uzaklaştıran bağlamı fark etmek bence daha önemlidir.

           Bu deneyi bağlamı dikkate alarak tekrarlayan bir araştırmada (akt. Rose, 2015), çocuklar iki gruba ayrılırlar. Birinci grup güvenli; diğeri ise güvensiz bağlamlara maruz bırakılırlar. Bir gruba, sözlerini tutan yetişkinlerle alakalı bir video izletilir; diğerine ise söz verip tutmayan bir başkası gösterilir. Tahmin edeceğiniz üzere güvenli bağlamda yer alan çocuklar özdenetim özelliğini gösterebilmişlerdir. Diğer grup (güvensiz bağlamda olan) ise özcü olarak görmeye meyilli olduğumuz özdenetimden yoksun olduğu için çoğunlukla önlerindeki marşmelovu hemen midelerine indirmişlerdir. İroni yaptığımı sanırım fark ettiniz.

           Bağlamı hesaba kattığımızda insanları kategorilere indirgeme ihtimalimiz azalır. Böylece, onların davranış ve kişilik özelliklerinin nasıl ortaya çıktığını daha isabetli tahminlere tabi tutabiliriz. Sonuç olarak, bağlamı içerisinde ele almadığımız her insani durum, bizim kategoriler ve etiketlerle düşünme eğilimimizin istismar edilmesinin bir sonucu olarak hatalı şekilde yorumlanır.

           İnsanın işin içinde olduğu durumlarda kategorilerle düşünmek bağlamı göz ardı etmeye yönelten bir risk barındırır. Nitekim bağlamında bakmadığımızda, 1+1’in sonucunun daima 2 olacağını varsayarız. Hâlbuki 0 ve 1’lerin bulunduğu ikili sayı sisteminde 1+1=10 eder (Langer, 2009). Yine bağlamı bir kenara bırakıp standart düşünme eğilimine kapılırsak suyun kaynama noktasının bazı koşullarda 90 derece olabileceğini unuturuz.

           İnsana nasıl baktığımızla alakalı bir mevzudan bahsediyorum. Mesela, yaşlı insanların hatırlamakta zorlandığı durumları gördüğümüzde, kafamızda hangi kategori beliriyor? Yaşlı birini böyle gördüğümüzde bunadığını düşünme ihtimalimiz çok yüksektir. Ama o insanı bağlamında değerlendirdiğimizde bu kategoriye sığmadığını fark etmek çok da zor olmaz. Daha çok, gençler için ve gençler tarafından kurgulanan bir dünyada yaşlı insanlar azınlık konumuna düşerler. Dolayısıyla bizim için hatırlanmaya değer olan pek çok şey yaşlı insanlar için oldukça önemsizdir.

           Bunu anlamak için geçmişteki bir anısını hatırlamasını istediğimizde, o bunadığını düşündüğümüz insanın bütün ayrıntıları hatırladığını görürüz. Buna da şöyle bir açıklama getirerek kendimizi haklı çıkarmak için elimizden geleni yaparız: Yaşlı insanların uzun süreli hafızaları değil, kısa süreli hafızaları zayıflar. Bir diğer açıklama ise, geçmiş yaşantıları şimdi içinde bulundukları dünyadan çok daha anlamlı olduğu için hatırlanır. Belki de, onlar için anlamsızlaşan bir dünyada hatırlanmaya değer pek bir şey yoktur, ne dersiniz? Bu ihtimali insanı bağlamından bağımsız düşünerek fark etmeyi bekleyemeyiz (Langer, 2009).

           İnsanı nesnelerden ayıran temel özellik onun sonsuz olasılıklarla bir yaşamı sürdürmesidir. Hepimiz dışarıdan biyolojik olarak benzer görünsek de, midemizdeki bakterilerin miktarı ve çalışma şekilleri bile parmak izlerimiz gibi farklıdır. Kahvaltıda yediğimiz tahılın kalorisini nesnel olarak ölçmek mümkündür. Fakat tahılda ölçtüğümüz 110 kalori bağırsaklarımızdaki mikropların kombinasyonuyla beraber herkesin vücudunda 110 kalori olarak işlenmez. Bazımız daha az alırken bazımız ise daha çok kalori alabiliriz (Langer, 2009).

           Tahıl nesnesini standart ölçümlere tabi tutabiliriz. Fakat nesneler için geçerli olan standart, insan için oldukça karmaşık süreçlerin hesaba katılmasını gerekli kılar. Yani, bu durumda standart bir diyetten bahsetmek de imkânsız hale gelir. Her insanı kendi bireyselliğinde değerlendirdiğimiz bir gerçeklikte kategoriler anlamsız hale gelir. Çünkü insanı kategorik standartlara indirgediğimizde, sabah programlarında herkesin günde en az 3 litre su içmesi gerektiğini söyleyen sözde uzmanlara kulak vermeye devam ederiz.

           Standartlaştırılmış dünyada oturduğumuz koltuklar bize “kilolu” olduğumuzu düşündürür. Ya da yüksek bir raftan bir tabak almaya çalışırken tabağı kırdığımızda kendimizi “sakar” kategorisine koyarız. İçinde bulunduğumuz bağlamı fark ettiğimizde, bizim bireysel varlığımız için değil ortalama bir insan ölçümüyle kurgulanan bir dünyada yaşadığımız hatırlarız. Kendimize kategorilerle bakmayı bıraktığımızda başkalarına da öyle bakmaktan vazgeçmeyi öğrenebiliriz.

Boğaziçi Üniversitesi, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümü mezunuyum (2015). Çok yönlü gelişime ve farklı disiplinlerden beslenmenin önemine inanıyorum. Danışanlarıma ve öğrencilerime destek olurken kendi hayatımda da çokça faydasını gördüğüm Mindfulness temelli yaklaşımları ve Kabul ve Karalılık Terapisi (ACT) ile çalışıyorum. Ergen veya yetişkin yaş grubundaki danışanlarımın sosyal-duygusal mesleki ve eğitsel olarak yeni beceriler kazanmasına destek oluyorum. Online psikolojik danışmanlık ve öğrenci koçluğu desteği almak için bana e-mail adresimden ulaşabilirsiniz: [email protected]