Depresyon deyince çoğumuzun aklına patolojik ve “anormal” bir duygusal bozukluk gelmiyor artık. Hepimizin zaman zaman girebildiği bir duygu durumu olarak gündelik hayatımızın gayet “normal” bir parçası haline geldi depresyon. “İki Gün Bir Gece” adlı Fransız filminde de böylesi ikircikli bir depresyon algısıyla örülmüş bir başkahramanla karşı karşıyayız. Depresyonu bir film karakteri üzerinden anlamaya çalışmanın bazı handikapları olsa da bir açıdan vaka; diğer açıdan da film incelemesi sayılabilecek olan görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Filmdeki başkahramanımız Sandra, çalıştığı işine depresyonundan dolayı ara verdiği sürecin ortasında, işten çıkarılma ihtimaliyle karşı karşıya kalan orta yaşlı bir kadın. İşin çetrefilli yanı ise işten çıkarılma mevzusunun çalışma arkadaşlarının oyuyla gerçekleşecek olması. Eğer arkadaşlarını ikna ederek çoğunluk oyu işinde kalması lehine kazanabilirse işine geri dönebilecek. Fakat oylamanın diğer tarafında ise çalışanlar 1000 Euro ikramiye alabilecekler. Yani Sandra’nın kendi işine devam etmesi için arkadaşlarını 1000 Euro’dan vazgeçirmesi gerekiyor. Sanırım, depresyonda olan biri için oldukça zorlayıcı bir mücadele olacağını tahmin ediyorsunuzdur. Zaten filmi kendine bağlayan çatışma tam da burada yatıyor; umut, mücadele ve değişim.
Sandra, ilk aramasından olumlu bir dönüş alınca umudu artsa da çoğunluğun ikramiyeden yana tavır alacağını düşünmesine neden olabilecek olumsuz dönüşler de alıyor ve kendi değerini sorgulamaya başlıyor. Çalışma arkadaşlarının böylesi bir tercih yapmalarıyla insanın özsaygısı arasında nesnel olarak hiçbir bağ kuramayacağımızı biliriz. Yine de, özsaygımıza yönelik bir tehdit hissettiğimiz durumlarda öznel inançlarımız, nesnel gerçekliği göz ardı etmemize neden olur. Halbuki insanların nedenlerini dinlediğinizde 1000 Euro’nun vazgeçilmesi zor bir rakam olduğunu söylemek zor değil.
Sandra, başa baş bir şekilde hem kendi lehine hem de aleyhine oylar almaya devam ettiği 2 günlük ikna mücadelesinde, en büyük darbeyi iş yerindeki yakın arkadaşından alıyor. Arkadaşı belli ki yüzleşmekten utandığı için evinin kapısını dahi açmıyor. Bu hüsran sonrasında Sandra, kocasından aldığı destekle umudunu canlı tutmaya çalışsa da antidepresanların desteği olmadan yaşadığı bu strese dayanamayacağını düşünüyor. Her ikna görüşmesi öncesinde ilaçların duygularını anlık olarak yok ettiği bir hazırlık aşamasına girme ihtiyacı görüyor.
Sandra ile yolculuğu sırasında en büyük destekçisi olan kocası beraber parkta oturdukları sırada, Sandra öten kuşun yerinde olabilsem diyerek umutsuzluğunu dile getiriyor. Bu sahneyi görünce, hissettiği acıdan kaçmanın insanı kendinden vazgeçirecek derecede güçlü bir eğilim olduğunu hatırlıyorum tekrardan. Hemen sonrasında kocasıyla alakalı bir zihin okuma süreci yaşayan Sandra, kocasının onu sevmediğini, ona acıdığı için yanında olduğunu söylüyor. Gerçekten de kocası tarafından değer gördüğünü düşünseydi, acaba antidepresanlara ihtiyaç duymadan da arkadaşlarıyla yüzleşecek gücü kendinde bulabilir miydi?
Burada bir ara verip filmde yansıtılan depresyon kalıp yargılarına karikatürize olan sahnelerden bahsetmek istiyorum. Sandra’nın depresyonda olduğunu seyirciyi ikna etmek için mi bilmem, sürekli olarak gün ortasında uyumaya giden bir karakterle karşı karşıyayız. Özellikle olumsuz bir oy haberi aldığında, kocası ve çocuklarıyla akşam yemeği yiyecekleri sırada Sandra’nın güpegündüz yatağa girmek istemesi biraz yadırgatıyor beni. Bu kadını en başından bu mücadeleye motive eden değer verdiği çocukları ve eşinden aldığı destek değil de sadece antidepresanlar mıydı diye sorduruyor. O halde bu hikâyede ilham alacağımız bir başkahramandan söz etmek ne kadar mümkün gerçekten? Bu filmin mesajı “depresyondaysan değer verdiğin hiçbir şey seni harekete geçirmeye yetmez, umut etmenin tek yolu antidepresanlarla geçici olarak “olumsuz” duygularından kaçmalıyız” mı? Depresyonu anlama noktasında filmlerin handikaplarına bir örnek niteliğinde.
Bir de intihar sahnesi var ki, bana verdiği izlenim son derece basmakalıptı. “Depresyonlu bir kişiyi anlatıyoruz madem, bir intihar sahnemiz olmalı, değil mi?” diye düşünüp koymuş gibilerdi sahneyi. Tabi başarısız bir intihar sahnesinden bahsediyoruz burada. Yoksa filmde yapay bir çatışma yaratmak için böylesi bir sahne koyma ihtiyacı duymaları anlamsız olurdu. Tam intihar ettiği sırada oyunu değiştiren bir kadın geliyor evlerine ve midesi yıkanıyor Sandra’nın. Tam da olumsuz bir oyun olumluya döndüğü bir kırılma anı yaratılmış bu sahneyle. Nereden baktığınıza göre değişir tabi ama Sandra’nın intihar kararına meslekten kazandığım empati becerime rağmen ikna olamadım.
Bu kırılma anı sonrasında, mücadele daha güçlü bir şekilde devam ediyor Sandra için. Stresli görüşmeler sonrası oyların yarısını almayı yaptığı başardığı aşamada iş yerindeki şefi karşısına çıkıyor. Hikâyede olmazsa olmaz bir kötü adam olmalı elbette. Şefin sürecin başında oy verenleri manipüle ettiği fitil ateşleyici bir olay var. Bu kötü adam, depresyonda olan birinin verimli çalışamayacağını patrona söylemişti ve çalışma arkadaşları arasında her halükarda birinin işten çıkması gerektiğine dair dedikodular yaymıştı. Sandra’nın belki de motive edici güçlerinden biri de böylesi bir düşman edinmesiydi. Depresyonuyla savaşamıyordu fakat birinin ona düşman olduğu bir gerçeklikte mücadele edebileceği somut bir “canavar” vardı. Nitekim filmin sonlarına doğru gerçekleşen oylama sırasında o şefi kalpsiz bir canavar olmakla suçlayacaktı. Olayları kötü adamın gözünden göremediğimiz için gerçeğin ne olduğundan ziyade depresyonlu olan başkarakterin fenomenolojik dünyasını referans alıyoruz ister istemez.
Oylama süreci Sandra için olumsuz geçse de, mücadelesinden etkilenen patronu onu işte tutma kararı alıyor. Depresyondan umut ve anlama açılan bir son olacağını beklerken, Sandra sözleşmeler yenileneceği zaman başka birinin işten çıkarılacağını öğrenince işe geri dönmekten vazgeçiyor. Belki de kendi yaşadığı çöküntüyle başkasının da yüzleşmesini istemediği için böylesi olgun bir karar veriyor. Kendini zorladığı bu “İki Gün, Bir Gece”de, Sandra’nın mücadelesi, işine yeniden kavuşmak değil, özsaygısını kendine kanıtlamak içindi belki de. Başımıza gelen olaylardan ziyade onları algılayış biçimimizin depresyonun asıl sebebi olduğunu hatırlatan bir son.