Blog yazmaya başladığım ilk zamanlardan beri çoğu yazım için çok da heyecanlı olduğumu hatırlamıyorum. Zaten okuyan insan sayısının düşük olduğunu her fark ettiğimde neden yazdığımı sorgulayıp duruyorum. Hep başka anlamlar üretip yazmaya bir şekilde devam ediyorum. Peki, beni blog yazma alışkanlığı kazanma konusunda ısrarcı kılan nedir? Ve bunu kendi çapımda da olsa başarmamı sağlayan motivasyon?

            İlk olarak, anlamlandırma sürecimden bahsedeyim. Blog yazılarımı anlamlı hale getiren başlıca kaynaklardan biri, öğrendiğim bilgileri pekiştirmeme ve daha önceden öğrendiğim bilgilerle sentez yapmama imkân vermesi. Kimse okumasa veya herhangi başka getirisi olmasa bile, kendi zihnimi organize edip o bilgileri hem mesleki hem de kişisel/sosyal hayatımla bütünleştirmemi sağladığı için yazmaya devam edebiliyorum. Ya olduğum gibi yazıyorum ya da yazdığım gibi oluyorum. Daha doğrusu, yazdığım için yazdığım gibi olmaya daha yatkın hale geliyorum. Bilgiyle yaşamsal bir ilişki kurmanın verdiği hazzı yaşıyorum.

            Bir diğer mesele de bu işi nasıl kolaylaştırdığım. Nispeten de olsa yazılarımda belli bir emeğin olduğunu fark etmişsinizdir. Çoğu yazımda en az 3 görsel veya yazılı kaynağa yer veriyorum. Bazılarınız yazılar için özellikle araştırma yaptığımı düşünmüş olabilir. Fakat hemen hiçbir yazım için önceden konuyu belirleyip sıfırdan bir araştırmaya girmiyorum. Daha önceden okuduğum izlediğim kaynaklardan aldığım bilgileri birbirine bağladığım anları fırsata çeviriyorum sadece. Bir de kendi hayatımdan veya edebi gelenekten gelen bir hikâye ile bu bilgileri bir mesaja çevirmeye çalışıyorum. Böylece kendimce izlediğim bu formül ile işimi biraz kolaylaştırmış oluyorum.

Reklam

           Peki, bu yazıya yedirebileceğin bir hikâye yok mu diye sorabilirsiniz. Aklınıza bile gelmediyse de olsun. Eminim ki, okuyunca siz de yerinde bir anlatı olduğunu düşüneceksiniz. Dahası, bu yazıdaki temaya aşağıdakinden daha yakışır bir hikâye düşünemiyorum.

Attığım Her Ok İsabetli mi?

           Yetenekli ve tutkulu bir okçu bir gün köyünden şehre doğru yola çıkar. Yolda karşısına bir çiftlik çıkar ve orada mola verir. Bir ahır dikkatini çeker. Dış cephesinin tamamıyla ok atış çalışması için çizilen çemberlerle dolu olduğunu fark eder. Dahası, burada atış yapan okçu her kimse, bütün atış noktalarından yaptığı atışların hepsi tam 12’den isabet etmiştir. Bizim okçu “Bu adam tam bir usta olmalı” diye düşünüp kim olduğunu öğrenmek için heyecanlanır. Bunun için çiftlik sahibinin kapısını çalıp bu okçuyu tanıyıp tanımadığını sorar.

            “Affedersiniz, her atışı bu kadar isabetli olan bu usta nişancıyı tanıyor musunuz?”

            “He o mu, köyün delisi” diye cevap verir çiftçi. “Sen zannediyor musun ki, attığı her ok çemberlerin tam ortasına isabet ediyor. Hayır, önce okunu atıyor sonra etrafına çemberi çiziyor.”

            Bu hikâyeyle birkaç ay önce başka bir blog yazısında karşılaşmıştım. Kendi yazılarımdan birinde kullanırım düşüncesiyle not edip saklamıştım. Elbet bir tema içerisinde bu hikâyenin anlamlı olacağını biliyordum. Hikâyeleri anlamlı kılan temel unsurdur özdeşlik kuracağınız bir başkahraman ve sanırım bu hikâyedeki deli ben oluyorum.

Boğaziçi Üniversitesi, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümü mezunuyum (2015). Çok yönlü gelişime ve farklı disiplinlerden beslenmenin önemine inanıyorum. Danışanlarıma ve öğrencilerime destek olurken kendi hayatımda da çokça faydasını gördüğüm Mindfulness temelli yaklaşımları ve Kabul ve Karalılık Terapisi (ACT) ile çalışıyorum. Ergen veya yetişkin yaş grubundaki danışanlarımın sosyal-duygusal mesleki ve eğitsel olarak yeni beceriler kazanmasına destek oluyorum. Online psikolojik danışmanlık ve öğrenci koçluğu desteği almak için bana e-mail adresimden ulaşabilirsiniz: [email protected]