Dünyaya gözlerimiz açtığımız ilk andan itibaren anlamlandırmaya çalıştığımız bir kaosla hayatta kalma mücadelesine gireriz. Bu anlamlandırma çabası çerçevesinde, beyinlerimiz kendi kültürel ortamı içerisinde aşağı yukarı aynı aşamaları takip eder. Bu süreç, ağır ağır işler ve evrimsel olarak benliğimize ve çevremize dair hikayeler oluşturmamıza yardımcı olur. Bu süreçte bazen Piaget’nin kavramlarını kullanırsak özümleme bazen de uyumsama yaparak hikayeler oluştururuz. Özümlemeler ötekinin hikayesinin yerine kendi hikayemize odaklanmanın, uyumsama ise ötekinin hikayesini benimsemek anlamına gelir. Bu ikisinin ortak noktası ise, eninde sonunda bir hikayeye yaslanıyor olduğumuz gerçeğidir.

            Heider ve Simmel (1944)’in deneysel çalışması, beynimizin hikaye üretmeye ne kadar eğilimli olduğunu gösteren bir örnek niteliğinde. Yukarıdaki videoyu izlediğimizde, otomatik olarak bir hikaye anlatıldığını düşünürüz. Üçgenlerin ve dairenin hareketlerini ister istemez anlamlandırırız. Hatta, nasıl karaktere sahip oldukları ve cinsiyetlerine kadar tahminler oluşur zihnimizde. Evrensel olarak benzer temalar çıkarsak da kültürel ve bireysel boyutta çok farklı anlamlar da üretebiliriz. Fakat sonunda anlamsız gibi görünen geometrik şekillerin hareketleri beynimizdeki bağlantıları harekete geçirerek anlam kazanırlar. Ancak kurduğumuz anlamlar gelişimsel süreçlerimizden bağımsız değildir.

           O zamana kadar beynimizde oluşan bağlantılar, nasıl ve neden böyle anlam yüklediğimiz gerçeğini sorgulamamızı engeller. Çünkü gelişim sürecimizin kurgulanmış olduğunu unuturuz ve onun kültürden bağımsız doğal bir süreç olduğunu varsayarız. Piaget’nin kavramıyla uyumsama olduğunda bu kurgusal yapılanma daha da görünmez bir hal alır. Özümleme ise bilişsel bir hata olarak değerlendirilir. Ezoterik inançlara sahip insanlarla alakalı yaklaşım da bunu destekler niteliktedir.

            Festinger (1956), When Prophecy Fails (Kehanet Yanlış Çıktığında) kitabında, böyle bir olayı insanın bilişsel çarpıtmaları açısından çarpıcı bir örnek olarak sunar. Yıl 1954, Festinger gazetede tuhaf bir haberle karşılaşır. Tanrısal bir figür olduğunu düşünen sıradan bir kadın, 21 Aralık’ta büyük bir sel felaketini haber verir. Yakınlarını bu konuda uyaran kadına inananlar ruhani lider olarak benimsedikleri kadının evinde toplanmaya başlarlar. Olay günü geldiğinde uzaylıların onları selden kurtaracağına inanmışlardır. Festinger de heyecanla bu gruba katılır ve kehanet gerçekleşmeyince bu insanların nasıl tepki vereceğini gözlemlemek ister.

            Artık, kehanet zamanı gelmiştir ve elbette hiçbir şey olmaz. Acaba, bu insanlar aptalca bir şeye inandıklarını düşünüp ruhani liderlerini terk edecekler miydi? Böyle yapsalardı, Piaget’e göre uyumsama yapıp normal gerçekliğe dönmüş olacaklardı. Fakat, onlar özümlemeyi tercih etti ve kendi hikayelerinden vazgeçmeyip modifiye etmeye yöneldiler. Modifiye edilmiş yeni hikayeye göre, Tanrı onların bu inancından etkilenip gezegene yeni bir şans vermişti. Bu evde toplanmaları sayesinde Dünyayı kurtardıklarına inanıyorlardı.

            Peki, insan neden böyle hikayeler üretir ya da bunlara ihtiyaç duymadan toplum tarafından kabul gören hikayelerle yetinir? Cozolino (2015), Terapi Neden İşe Yarar kitabında bu tip inançlara patolojik maneviyat diyor. Örnek olarak verdiği vakalarda ise kişilerin çocukluk dönemlerinin travmatik olduğunu görüyoruz. Bu hikayeler, sembolik anlamda onların hayatta kalmasına yardımcı olan savunma mekanizmaları işlevi görür. O dehşet verici travmalarla yüzleşmelerine bağlı olduğu için değişmek inanılmaz bir çaba gerektirir. Kendilerini koruyan bu hikayeleri onlar istemeden ellerinden almaya çalışmak ise onlara yapılabilecek en büyük zulüm olabilir.

           Öbür yandan hepimiz savunma mekanızmalarına ihtiyaç duyarız ve bazı hikayelerimiz tam da bu işleve hizmet eder. Patolojik maneviyatla üretilen hikayeler her ne kadar bizim normatif hikayelerimizle uyumlu olmasa da hikayelerin hepimiz için işlevi aynıdır: İçinde bulunduğumuz dünyayı anlamlandırmak ve benliğimizi kaygılara karşı korumak. Yani, hikayeler hayatı anlamlandırarak belirsizliği ortadan kaldırır ve kaygımızı giderir. Bu durum, atalarımızın mitlerine benzer işlevlere sahip kendi hikayelerimiz olduğu gerçeğini hatırlatması açısından önemlidir.

            Psikoterapi sürecine giren insanlar, bu özümlenmiş hikayelerin baştan yazılması ve uyumsama sürecine girmek istediklerini beyan etmiş sayılabilir. Fakat direnç olarak adlandırdığımız olgu danışanların hikayelerinden vazgeçmesini engeller. Bu çok doğaldır, çünkü değişim her ne kadar pozitif yönde de olsa kaygı uyandırdığı için ihtiyatla yaklaşmayı gerektirir. Carnevale (2001), Danışmanlık İncileri kitabında, danışanların bu inanç sistemlerini, Yunan Mitolojisinden Prokrustes’in hikayesine benzetir. Mite göre Prokrustes yakaladığı yolcuları soyarak boyutları kimseye uymayan özel olarak hazırladığı işkence yatağına bağlar. Boyu kısa gelenleri kol ve bacaklarından çekerek uzatır; uzun gelenlerin ise kol ve bacaklarını kesip kısaltır. Bunu gören Tanrılar, onu aynı şekilde cezalandırarak öldürürler. Özümlemeyi ısrarla sürdürüp uyumsamayı öğrenmeyenlerin trajik sonuna dair ibretlik bir hikaye, değil mi?

            İster “sağlıklı” süreçlerle ister travmatik yaşantılarla olsun, hikayeler bize yol gösteren araçlar. Her halükarda, hikayelerle hayatı ve benliğimizi anlamlandırma ihtiyacıyla hayatta kalma mücadelesi içerisindeyiz. Özümlemeyle ya da uyumsamayla edindiğimiz bu hikayeler, sembolik anlamda kaygılarımızı dindirmeye yardımcı olurlar. Aynı zamanda, bu hikayeler nasıl ve niçin yaşayacağımızla ilgili bir kılavuza sahip olmamızı sağladığı oranda etkilidir. Sonuç olarak onları güçlü kılan, onları anlamlı hale getiren, hatta daha da önce onları var eden/kurgulayan bizim beynimizdir.