Şu an imkanı olanlar, içinde bulunduğumuz virüsle yaşamaya ve diğerinin yaşamına duyarlı olanlar olarak günlerimizi evlerimizde geçirdiğimiz bir dönemdeyiz. Bu dönemin önümüzdeki yılların romanlarına konu olacağını düşünüyorum. Hepimiz o romanların sessiz ve evlerinde zaman geçirmeye çalışan karakterleri gibiyiz, farkında olmadan. Bu karantina günlerinde normal rutininde kitap okumaya zaman bulamadığını, yer açamadığını söyleyen birçok insanın evde geçen 24 saatlerin neticesinde elinin rafta bekleyen kitaplara gittiğini düşünüyorum. Ben de evde geçen zamanda önceki rutinime kıyasla daha fazla kitap okumaya “zaman buldum”.
Zaman buldum kısmında bir vurgu yaptım çünkü anlatmak istediğim kitap tam da zaman konusu üzerine. Aylarca rafta bekledi, bir gün okuyacaktım, hep aklımdaydı derken mecburen evde kaldığım bu günlerde vakti gelmişti. Momo, Micheal Ende’nin çocuk kitabı olarak bilinen ama bence bütün yetişkinlerin içindeki çocuksu ve her şeye ilk kez keşfediyormuşçasına bakan yanlarına ustalıkla dokunan bir kitap. İnsanlara yavaş, dingin, kendi halinde akan günlerini gereksiz gibi göstererek onları bir yarışa sokan, vakitlerine el koyan zaman avcılarına karşı mücadele eden küçük ve sanki hiç büyümeyen Momo’nun hikayesini anlatıyor. Olay örgüsünü anlatıp tadını kaçırmak yerine tam da bu vakitte okuyunca bana nerelerden, nasıl temas ettiğini anlatmak istiyorum.

Evde zaman kendi içinde büküldü sanki. Bir 24 saat bu kadar uzun muydu dediğim günler oldu. Bu zorunlu evde kalma hali öncesinde sorsanız uzun günlere yaz tatillerinden ya da evde geçen Pazar günlerinden aşina olduğumu söylerdim ama her saati böylesine deneyimleyeceğim aklıma gelmezdi. Pek çok insanda kalma salgın, karantina, hastalık ve maalesef çok sayıda insanın ölümüne tanıklık etmenin haklı şaşkınlığını ve hüznünü görüyorum ve bu hissi ilk haftalardaki yoğun haber okuyan halimle paylaşıyorum. 

 Hepimiz belki de ömür denen bu zaman çizgisinde kabataslak hesapla 2 207 520 000 saniyesi olduğunu öğrenen Bay Fusi gibi olduk.

Reklam

“Bay Fusi yutkundu, alnını kaşıdı, Bu sayı başını döndürmüştü. Bu kadar zengin olduğunu hiç düşünmemişti.”

Pek çok gün de Bay Fusi’ninki gibi ömrümün bir çetelesini tutmasam da elimdeki saatleri dolduramayıp uykuya kaçtığım da çok oldu. Ne zaman biteceği belirsiz bu gidişatta bir çizgi daha atmayı hızlandırma biçimi…Yazıda yer vermek için günler sonra ilk defa saydım ve evet, bugün evin içinde -bir kere eczaneye, bir kere fırına gitmek dışında- geçirdiğim 38. gün. Ben de pek çokları gibi büyükşehirin içinde bile esamesini görebildiğimiz doğal yaşamı, vapuru, sokaklarda yürümeyi, bir banka oturmayı, göğe bakmayı özledim. Evlerin insana ne kadar yetmediği üzerine, bir hastalığın İstanbul’da ne kadar çabuk yayıldığıyla fiziksel mesafelenmenin ne kadar zor olduğu üzerine, yığılma üzerine, açlık üzerine, yönetilme – daha çok yönetilememe- üzerine düşündüm. Hepimizin “Sakin ol champ evdeyim” diyebildiği bir açık alanı olmadığı, kaç gündür gökyüzünü görmediğimizi, şansımız varsa balkonlardan, pencerelerden, mümkünse teraslardan bir nefeslik duraklamalarla dışa açıldığımız düşünüldüğünde, ben yeniden “daha çok” hırsıyla büyüyen toplulukların insanın doğasına hiç uymadığına kanaat getirdim. Mecburen yavaşladığında ne yapacağını şaşıran bu halimizi, küçük ve yavaş akan şehirlerden birileri görse sanki Momo’nun mahallelinin değişimine verdiği tepkiyi verirdi gibi geliyor. Ya da arkadaşı Nicola’nın geliştikçe küçülen, sıkışan ve katları artan binalara verdiği tepkiyi:

“Bunlar aslında ev bile değil. Bunlar, Bunlar ruh ambarları bunlar!”

Bir diğer tarafta envai çeşit online etkinlik bizi bekler oldu. Karantina döneminde sosyal medyada her akşam nitelikli bir canlı yayına katılanlara üniversiteler denklik verse şaşırmayacağım. Ellerindeki ücretli kaynakları bu dönemde erişime açan kurumlar, üniversiteler de var bir diğer yanda. Görüntülü konuşma uygulamalarından hangisinin daha iyi olduğu belki virüsten sonra en çok tartışılan konulardan biri, gerek iş gerek hasret giderme bakımından. Ne kadar çağın raksına ayak uydurmaya çalışsam da bütün bu akışın beni içine çekmesinden başından beri büyük yorgunluk duydum ve mümkün olduğunca dışında durmaya çalıştım. İçimde şöyle bir öğrenmişlik vardı sanki benim de Momo gibi:
“Başkalarıyla paylaşılmayan zenginlikler insanı mahvediyordu.”

Pek çok şeyden feragat ettik bu dönemde. Yarın ülke olarak evden geçireceğimiz bir bayram olacak: 23 Nisan. Şimdiden o coşkuyu da eve taşıma çabamız, bakanlıkta, reklamlarda, sosyal medyada bugünden kendini gösterir oldu. Benim de içimin çocuk yanı biraz buruk. Evde kalmak, arkadaşlarından, sosyallikten ve kanlarını kaynatan dünyadan uzak kalmak ilk başta gerçekliklerine çok uymadı çocukların. Anne babaların samimi serzenişlerini yine sosyal medyada gördük. Çocuklarla oyun oynama, hayal kurma, evde zaman geçirme üzerine bir sürü de yayın yapıldı. Pek çok uzman bir taraftan çocukların yaratıcılıklarını beslemenin en güzel yolunun sıkıntı olduğundan bahsetti. Ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın, virüsün dahi durduramadığı evde hız çağının proje çocukları olarak bu dönemi geçiren çocuklar da olduğunu kestirmek zor değil maalesef ki. Momo kitapta kendi üretken oyunlarının yanında bütün işlevleri zaten önceden belirlenmiş, sıkılacak zaman bırakmayan ve üzerine yeni bir şey düşünmeye fırsat vermeyen oyuncaklara şöyle şaşırıyordu:

“(…) Momo ’nun pek de iyi anlayamadığı, yeni yeni baş gösteren bir şey daha vardı. Tiyatro harabesine gelen çocuklar yanlarında bir sürü oyuncak getiriyorlardı ama bunların hiçbiri oynamaya elverişli değildi. Örneğin, kendi ekseni etrafında dönüp duran ve başka hiçbir işe yaramayan uzaktan kumandalı bir tank. Ya da bir çubuğun ucunda daire gibi dönüp durmaktan başka marifeti olmayan bir uzay roketi. Veya gözlerinde ışıklar yanarak paytak paytak dolanıp başını iki yana sallayan küçük bir robot bebek. Bunlarla nasıl oynanırdı ki?

Bunlar elbette, Momo’nun arkadaşlarının, hele kendisinin hiç sahip olmadığı çok pahalı oyuncaklardı. En küçük ayrıntılarına kadar öyle ince düşünülerek yapılmışlardı ki çocukların hayal kurmalarını gerektiren bir yanları kalmamıştı. “

Schopenhauer’ın “ (…) her insanın serbest zamanı tam olarak onun kendisi kadar kıymetlidir.” sözü tam bu günlerde rastladım. Bütün bu “zamanı değerlendirme” bombardımanını da üzerine ekleyerek, bu günler kaygılarımız tarafından ne kadar serbest kalıyor kestirmesi güç. Fakat elimden geleni yapmamı, bazı günler elimden gelen yapmamaksa yapmamamı ve bu günler bitip, yaslı ve öyle ya da böyle bittiğine şükrettiğimiz bir döneme dönüştüğünde, daha da güçlendirdiğinde beni, bizi, dünyada yaşamı paylaştığım herkesi, bu günleri geçirme şeklimin de bir şekilde bir kendilik yansıması ve belki inşası olmasını düşündürmesi bana iyi geldi. Bu yazıyı belki 20 gün önce niyetlenip, taslak tutup, tamamlamaya çalışıp ama bir türlü tamamlayamamam mesela, bana dair, bu zamanlarıma dair çok şey söylüyor. Çok söylendi ama bu yazıda da bir yeri olsun: karantinadan -bu zorlu dönemden-  çıktıktan sonra aynı kişi olmayacaksınız.

Kitapların bir vakti olduğuna inanırım ve genelde daha evvel neden okumadım diye pek hayıflanmam. Demek ki Momo tam da bu günlerde okunmalı ve tam da bu dikkatleri bu mahrumiyetler içinde edinmeliymişim. Bakın bakalım sizin can evinizde zamana dair, düzene dair, özgürlüğe dair, akışa dair nasıl keşifler yaşanacak.

şu an evde olabilmenin konforundan yer yer utanarak,
emek veren herkesin emeğine minnetle,
yasımızı paylaşarak ve bir adım olsun uzaklaşarak.