Öğrenmeye giriş yapmak için öncelikle beynimizi tanımamız lazım. Beyin denilen organ ortalama 1300 gram ağırlığa sahip yağ, tuz, un, su gibi defalarca anlatılmış klişe bir tarife sahip. Evde denemeyiniz! Denerseniz de muhtemelen başarısız olacaksınız. O yüzden biz işlevlerine ve detaylarına bakacağız yani kullanma şekline. Eğer bir nörobilimci değilseniz beynin içeriği (maddesel) hakkında daha fazla detaya da ihtiyacınız yok.

Beyin vücudumuzun en önemli organı mıdır? Hayır değildir. Önemli bilgi, neredeyse bütün organlarımız hayati işleve sahip ve beyin de dahil birçoğu zarar gördüğünde sıkıntı yaşıyoruz. Neredeyse diyorum çünkü vücudumuzda apandisit gibi önemsiz parçalar da var. Bu yazı dizisi öğrenme üzerine planlandığı için burdaki en önemli organ beyin. Bu kadar geyikten sonra artık ciddiyetimizi takınalım ve söylemesi bir hoş olan isim tamlaması “öğrenmeyi öğrenme” üzerine yoğunlaşalım.

Beyin vücudumuzdaki kan dolaşımı, oksijen ve enerjinin yaklaşık %20’sini tek başına kullanır (evet beyninizi yeterince çalıştırabilirseniz kilo verirsiniz). Aşağı yukarı 100 milyar nöron ve yardımcı hücrelerle ( glia ) beynimiz ağzına kadar biyolojik yapılar ile doludur. Her nöronun diğer nöronlarla 10bine kadar bağlantı yapabilme kapasitesi vardır. Her düşünce, her hareket, her anı bu zihinsel yollar ( sinaps ) vasıtasıyla gerçekleşir. Bu ne demek? Beyin yapısı gerçekten muhteşem demek. Adeta bir evren gibi sınırlarını büyük ihtimalle hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimiz her insanın tek başına sahip olduğu bir evrendir, beyin. Bu yüzden psikolojide de sıklıkla kullanılan “her insan biriciktir. (every person is unique)” önermesi çok doğrudur. Bu her zaman akılda tutulması gereken soyut bir gerçekliktir. Üzerinde tam olarak olmasa da en azından kısmi olarak söz hakkına sahip olduğumuz bir evren.

Reklam
Sinapslarımızı istediğimiz yönde geliştirebiliriz ve “bunun sınırı budur.” gibi bir kanıtımız hala yok.

Her beyin eşssiz ve biriciktir dedik ama insanoğlu olarak bunun farkında olmayan insanlara eğitim sistemini kurma imkanı vermiş. Önceden böyle değildi, ne ara bu hale geldi eğitim sistemimiz? Hayır hayır Türkiye sistem eleştirisi yapmıyorum, bütün dünyadan bahsediyorum. Asırlar boyunca belki bu kadar yaygın olmayan ama bu eşsizliğin de farkında olan bir eğitim sistemini nasıl bu hale getirdik. Bunun cevabı şu an hayatımızdaki çoğu düzeni geriye doğru incelersek ulaşabileceğimiz yerde saklı: Sanayi Devrimi.

Makineyi, makineleşmeyi, fabrikaları ve seri üretim gibi birçok kavramı hayatımıza sokmuş insanlığın üretim ve tüketiminde şu sıralar dördüncü güncellemesini alan sanayileşme süreci, eğitim sistemini de temellerinden yıkmış, kendi seri üretim makineleri ile tekrar inşa etmiştir. Ne demek bu? Şöyle ki, hızlı üretim ve tüketim süreçlerinin ilerlemesi ve gelişmesi birtakım insan kaynağı ihtiyaçlarını ortaya çıkarmıştır. Bunun en temeli olan fabrika işçiliği diğerlerine nispeten daha kolay bulunmaktadır fakat bir mühendis yahut bir araya toplanmış onlarca insanı yönetebilecek yöneticiler o kadar da kolay bulunmamaktadır. Bu eksikliği gidermek isteyen sanayi devrimi eğitim sistemini baştan düzenleyerek insanı da bir üretim malzemesi olarak baz almış ve doğan ihtiyaç alanlarına yönelik meslek elemanı seri üretimine uygun bir hale getirmiştir. Gerekli birtakım bilgiler belirlenmiş ve kişinin seçtiği alanda sadece o bilgileri öğrenmesini daha doğrusu ezberlemesini ve gerektiği zaman çağırabilecek şekilde akılda tutulmasını yeterli bulmuştur. Yani bir öğrencinin, geleceğin mühendisinin, öğretmeninin, avukatının yapması gerekenleri belirlemiş ve insanları eğitim makinesinin içine sürmüştür. Bu tekdüzelik sisteminin en az hasarlı kurtulanları olarak sanatçıların birçoğunu ve mimarların bir kısmını da unutmamak gerek.

Sanayi Devriminin etkilerinden bahsetmişken artık dillere yapışan endüstri 4.0 denen mevzuya da kısaca bir bakalım. Makineleşmenin geldiği boyutlar ile birlikte artık insan gerekliliği çok daha azaldı ve insanlara farklı alanlarda ihtiyaç duyuluyor. Günümüz dünyası olduğundan, bu değişim birçok yazıda, konunun çok daha uzmanları tarafından anlatıldı. Burada değinmek istediğim asıl mesele, temel gerekliliğin dümdüz bilgi öğrenmekten çıkıp bilgi okur yazarlığına dönüşmesi ve buna yaratıcı düşünme, eleştirel düşünme gibi hiçbirisi tek adım olmayan becerilerin eşlik etmesi. Özetle endüstri 4.0 ile 21.yüzyıl için gerekli olan beceriler birçok araştırmanın da desteklediği gibi tek adımlık becerilerden ziyade daha ilerlemeli ve süreç isteyen gereklilikler haline dönüştü. Beynin çalışma mantığına çok daha uygun olan (çünkü beyin hard diskten ziyade etkili bir işlemcidir) işlemleme aşamasına geri döndük.

Bu koşullar altında ideal eğitim sisteminde öğrenciler artık çok daha az (gerekli olduğu kadar) ezberliyor ve çok daha fazla ilişkilendirme yapıyorlar. Bu ilişkilendirmeler de bir nöronun kuracağı ağ sayısını direkt olarak etkiliyor. Bu da verileri algılama yeni bilgileri öğrenme, öğrediklerimizi yerleştirme ve yerleştirenler arasından gerekli olanları seçerek hayatımızda kullanma gibi bir sürü alanda karşımıza çıkıyor. Bu yüzden ne kadar çok bağlantı o kadar kolay öğrenme. Öğrenmenin kar topu etkisi var diyebiliriz, aslında. Birbiriyle bir şekilde iletişim halinde olan nöronlarımızın sayısı ve bunların birbirleriyle olan bağlantısı ne kadar çok olursa yeni gelen bilgileri de o ağın içerisine dahil etmek ve birbirleriyle etkileşime sokmak (bilgi okur yazarlığı) o kadar kolaylaşıyor.

Daha etkili öğrenmeyi nasıl sağlayabiliriz? İlk adım olarak öğrencilerin beyinlerini harekete geçirmek olarak tanımlayabiliriz. Bunu yapmanın yolu yine beynin yapısını anlamaktan geçiyor. Beyin yapısı itibariyle her zaman minimum enerjiyle maksimum faydayı almak ister. Evet, sanayileşme gibi. Sanayileşmenin de bu beyinlerden çıktığını düşününce mantıklı bir yere oturuyor zaten. (bknz: bilgi okur yazarlığı yaptık). Daha da özet bir ifadeyle, beyin tembelliği sever ama tembellik yapmaması gerektiğini de bilir. Konfor alanı ister beyin ve bu alanın da mümkün olduğunca küçük kalması için gayret eder. Yukarıda da bahsedildiği gibi beyin çok fazla enerji tüketir ve bunu kısabilmek için elinden geleni ardına koymaz. Peki bunu neden yapar? Çünkü insanoğlu binlerce yıl boyunca yeterli kaynağa ulaşamamış ve bunun sonucunda genlerine “mümkün olan en az enerjiyi harca, ne zaman yiyecek bulabileceğin belli değil” kodunu eklemiştir. Şu an tabii ki böyle değil ama binlerce yılda içimize işlenmiş olan bu bilgiyi 50-60 yılda (1-2 nesil) söküp atamıyoruz maalesef. O yüzden birkaç bin yıl daha beynin çalışma yapısı bu şekilde devam edecek gibi duruyor.

Yazıya son bir not bırakmak istiyorum. Beyin dediğimiz organa olan ilgim ortaya çıktıktan sonra bu yolda faydalandığım birtakım değerli kaynaklar oldu ama bunların en önemlilerinden birisi düşünme sistemimi etkileyen Sinan Canan’ı olduğu gibi bir kaynak olarak sunmak istiyorum. Kendisinden bir kaynak olarak o kadar yararlandım ki yazıyı okurken, “acaba bu cümle Sinan Canan’a mı, yoksa bana mı ait?” diye birkaç kere düşünmek durumunda kaldım. Eğitim üzerine müthiş bir platform oluşturma gayretindeki Sinan Canan’ın “Açık Beyin” youtube kanalını ve websitesini incelemenizi tavsiye ederim.

Serinin ikinci yazısını okumak için tıklayınız.

Resim Gordon Johnson tarafından Pixabay‘a yüklendi

Yeditepe Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik mezunuyum. Sosyal Psikoloji, Nöropsikoloji ve gelişim bozuklukları üzerine yazıp okumak asıl ilgi alanlarım olsa da bir dünya canlısı olarak bunların dışında da ilgilendiğim şeyler var.