Tartışmaya girdiğiniz kişilerle sonsuz bir kısır döngüye girdiğiniz oldu mu hiç? Seninki de soru mu derseniz, haklısınız. Öyle ki, bazımız bile bile girer bu döngüye ve çoğunlukla bir hayal kırıklığı ile sonlanır bu tartışmalar. Karşımızdaki kişiyi ikna edecek rasyonel argümanlar ürettiğimizi ve onların inatla anlamak istemediklerini varsayarak sinirleniriz. Duygusal tepkilerimizle rasyonel bir tartışma ihtimali artık sona ermiştir. Tartışma hiç kimsenin kazanamadığı bir halat savaşına dönüşür. Keşke karşı tarafa kendi tartışmasının ne kadar zayıf olduğunu gösterebilsek ve kendisini sorgulamasını sağlayabilsek, değil mi?

            Tartışma kavramı beynimizin üst kısmıyla, yani mantıklı tarafımızla yapılabildiği sürece geliştirici bir eylemdir. Fakat hiç farkında bile olmadan ya karşı tarafı ya da kendimizi alt beyinle, yani duygusal tarafımızla cevap üretmeye çalışırken buluruz. Daha doğrusu bilinçsizce bu durumun içine gireriz ve sonucunda ya biz üzülürüz ya da karşı tarafı suçlamaya yöneliriz. Sonunda tartışma faydadan çok zarar vermiştir; hem bize hem de ilişkimize. Acaba, hikâyeler bu bağlamda bize yardımcı olabilir mi?

            Hikâye anlatıcılığına merak sardığımdan beri, iletişimsel her sorunda kurtarıcı bir araç olarak onu kullanmanın yollarını aradım. Yine bir gün arkadaşımla sosyolojik bir mevzuyu tartışıyorduk. Fark ettiğim bir aşamada, kurduğum cümlelerde bir gerginlik hissetmeye başlamıştım. Tabi bu duruma arkadaşımın kendinden emin, bildiği şeyleri sorgulamaz tavrından dolayı sürüklendiğimi düşünüyordum. Bu düşüncemi ona nasıl iletebileceğimi düşünüyordum. Tam da bu durumda ortamı yumuşatacak; yapmak istediğim eleştiriyi dolaylı yoldan iletecek bir hikaye geldi aklıma: Bir Nasreddin Hoca hikayesi (İlk defa kardeşimden dinlediğimde bu hikayeyi zihnime hemen not etmiştim).

Bir Nasreddin Hoca Hikayesi

            Bir gün köyden bir adam, Nasreddin Hoca’ya ilim öğretmesi için çocuklarından birini getirir. “Bak Hoca, sana çocuğumu getirdim, harf bile bilmez, bu çocuğu ilim öğretmek için kaç altın istersin?” demiş adam. Nasreddin Hoca da “Bir altın versen yeter demiş”. Adam kabul edip çocuğunu Hoca’ya emanet etmiş. Birkaç ay sonra, adam memnun kalmış olacak ki, bu sefer diğer çocuğunu da ilim öğrenmesi için Nasreddin Hoca’ya getirmiş. “Hocam, bu çocuk ilki gibi hiç harf bilmez değil bildiklerinin üzerine ne verebilirsen iyi olur. Yine bir altına ilim öğretirsin değil mi?” siye sormuş. Nasreddin Hoca, “Hayır olmaz, iki altın anca kurtarır” diyerek adamı şaşırtmış. “Nasıl yani, bu çocuk az buçuk bir şeyler biliyor, diğeri hiç bilmiyordu, ona bir altınken bundan nasıl iki altın istersin?” Nasreddin Hoca da kararlı bir şekilde şu cevabı vermiş: “Fazladan istediğim bir altın çocuğun yanlış bildiklerini unutturmak için, belki az bile istiyorum”.

            Bu hikâye arkadaşımda nasıl bir etki yarattı dersiniz? Hikâye anlatıcılığına olan inancımı katlayacak bir şekilde karşılık bulduğunu söyleyebilirim. Ben de bu kadarını beklemiyordum ama arkadaşım “Haklısın, ben kendi fikirlerimde çok ısrarcı oldum galiba” minvalinde bir cevap vererek dolaylı yoldan ilettiğim eleştiriyi kabul etmişti. Düşünüyorum da ona, “Sen kendi fikirlerine çok fazla güveniyorsun, kendini sorgulamıyorsun” diye doğrudan bir eleştiri yöneltseydim ne olurdu? Muhtemelen kendini savunmaya geçecekti, ya da söylediklerimi didaktik bir nasihat gibi algılayıp alaya alacaktı. Bu hikâye hem üst beynin devrede kalmasına yardımcı olmuş hem de beynindeki nöral bağlantıların plastik yapısından arkadaşımın fayda görmesini sağlamıştı. Sonucunda kazan-kazan bağlamında bir tartışma deneyimi yaşamış olduğumuzu düşünerek bir sonraki hikâye anlatma fırsatını aramaya başlamıştım.            

           Hikâye anlatmak, muhatabımıza istediğimiz mesajı dolaylı yoldan iletme fırsatı sunar. Buna ihtiyaç duyarız, çünkü vermek istediğimiz mesaj, doğrudan iletildiğinde ya kılıç/kalkan çekilir ya da bir kulağımızdan girip diğerinden çıkan kelimeler yığını olarak algılanıp boşlukta yok olur. Hikâye anlatıcılığı bu gücünü, karşı tarafa özerk olma hakkı vermesinden alır. Çünkü hikâyelerin içindeki mesaj bize verilmez, biz ondan istediğimiz mesajı kendimiz alırız. Böylece, varoluşumuz saygınlık kazanır, çünkü hikâye içindeki kodu çözen kişi olarak bu bizim keşfimizdir; tamamıyla bize aittir. Bizi kontrol etmeye çalışan bir otorite yoktur karşımızda; bize rehberlik vaat eden bir anlatı vardır.