Geçenlerde, kendisinden bir film incelemesi yapması beklenen bir öğrencinin hazırladığı tek cümlelik ödevle en yüksek puanı aldığı bir habere denk gelmiştim. Bu habere göre öğrenci film olarak Fight Club’ı seçmişti. Ödevinde kullandığı tek cümle ise o meşhur replikti: “Dövüş Kulübü’nün ilk kuralı Dövüş Kulübü hakkında konuşmamaktır”. Bu öğrenci, aslında ödevin 500 kelimelik temel kuralını ihmal etmiş olmasına rağmen sınıftaki en yüksek puana sahip olmuştu. Bu ödevle hocasından en yüksek puanı alan öğrenci haberinin –ki bu kendisi tarafından soyal medyada paylaşıldı, yaratıcılığı ödüllendirme noktasında bize bir şeyler söylediğini düşünmye başladım. Dahası çocukken de duyduğumuz “Risk budur!” hikayesine benzerliği de beni yaratıcılık algımız üzerinde düşünmeye yöneltti. Yaratıcılık, çaba göstermeden orataya çıkan br ürünü değerlendirmede doğru bir kriter miydi? Ya da acaba yaratıcılığı yanlış mı anlıyoruz?
Yaratıcılığın özünde problem çözme becerisi vardır. Bir şeyin yaratıcı olup olmadığını değerlendirmek için temel kriter olarak buna bakmalıyız. Problem çözümü ise pratikle gelişen bir beceridir. Üzerinde düşünmeyi, deneyip yanılmayı, problemi dert edinmeyi gerektirir. Peki, bu tip hikayelerde öğrenci gerçekten bir problemle karşılaşıyor mu? Problemin ödev için yeterli vakit olmadığı bir durum söz konusu değilse, burada herhangi bir problemden bahsemeyiz. Ancak, öğrencinin deneysel olarak nasıl tepki alacağını merak edip böyle bir ödev hazırlaması ilginç tabi ki. Ama bu davranışın temel motivasyonunu bu hikayenin kendisi tarafından sosyal medyada paylaşılmasına bakarak anlayabiliriz. Öğrenci ergenlik döneminde olduğu için neden böyle bir deneyimi yaşayıp paylaşmak istediğini anlamak çok zor değil. Burada en yüksek notu veren hocanın davranışını yargılamak gibi bir amacım da yok. Yalnızca ortaya çıkan bu hikayenin kahramanlarının niyetlerini sorgulamaktansa verilen mesajın bizi nereye yönlendirdiğini irdelemek istiyorum. Çünkü farkına varalım ya da varmayalım, hikayeler her daim bize birşeyler öğretir.
Gerçekten “Risk Bu” mudur?
Bu olaydaki öğrencinin mizah anlayışı ve yaptığı “zekice” gönderme sayesinde ödüllendirilmiş olmasının altında karanlık bir gerçek yatıyor gibi görünüyor. Çocukken de duyduğumuz “Risk budur!” hikayesiyle beraber bu hikayenin de bize verdiği mesaj nedir acaba? Yaratıcılık olarak değerlendirdiğimiz çabasız bir şekilde ortaya konan bir ürünün gerçek bir çabayla ortaya koyulandan daha değerli olduğunu söylemiş olmuyor muyuz? Bu ödevi hakkıyla yapan öğrencinin değil de tek kelime ile en yüksek notu alan öğrenciyi alkışlamamızın ne gibi etkileri olabileceğini düşünebiliyor muyuz?
Bu arada, bu haberi duymadan çok kısa bir süre önce ortaokula giden bir özel ders öğrencimden “Risk budur!” hikayesini tekrardan duymak da ironik oldu. Ben de çocukken duyduğum bu hikayedeki öğrencinin zekasına hayran kalmış ve onun gibi böyle bir hikayenin kahramanı olmak istemiştim. Belki, yetişkinler olarak yaratıcılık dolu bu hikayelerden çabanın önemini yadsımayı öğrenmeyeceğiz ama çocukların bu tip hikayelerden ne öğreniyor olduğunu da pek hesaba katmıyor gibiyiz? Kanımca, bu tip hikayelerin verdiği mesaj şu: “Çaba göstermektense zekice bir gönderme yaparak toplum tarafından ödüllendiriliyorum. O zaman ben de böyle zeki olmalıyım. Çaba göstermeden bir şeyleri elde edebilmeliyim”.
Yaratıcılık Üretkenliğin Bir Sonucudur
Bu tip hikayelere tarihteki önemli bilim adamlarının anekdotlarında da rastlıyoruz. Yaratıcılığın simgesi haline gelmiş olan ampülün icadının Edison’un 30 kişilik bir ekiple yaptığını pek çoğumuz bilmeyiz. Dahası Carol Dweck’in “Aklını En Doğru Şekilde Kullan” kitabında bahsettiğine göre ampülün icat edildiği bir an asla olmamıştır. Pek çok bilim insanının beraber çalışarak ortaya koyduğu deneylerin kümülatif bir sonucu olarak ampül icat edilmiştir. Yoksa, kafada yanan bir ampül sonucu icat edilen bir ampül yoktur ortada.
Hem yetişkinler olarak bizim hem de çocukların yine çok hoşuna giden hikayelere Newton’un başına elma düşmesiyle bir anda aydınlanması ya da Arşimed’in hamamda tasın su üstünde yüzdüğünü görüp “Evreka!” diye sokaklarda çıplak bir şekilde koşturarak bağırmasını örnek verebiliriz. Yaratıcılığın bu şekilde işlemesini hepimiz öyle çok istiyoruz ki bu hikayeleri çok fazla sorgulamadan öylece kabul ederek büyüdük. Bazı insanların böyle özel bir tanrı vergisine sahip olduğunu düşünerek kendimizi avuttuk. Ama unuttuğumuz bir şey var ki, bu hikayeler doğru bile olsa, resme teleskopun sadece büyüten tarafıyla baktığımız gerçeğini atlıyoruz. Halbuki, bu durumun ağaçlara bakarak ormanı gördüğümüzü zannetmekten bir farkı yok. Bu hikayelerin anlatılmayan kısımlarında Newton’ın yıllarca gösterdiği emeği, rahatını bozarak geceler boyu çalıştığı gerçeğini unutuyoruz.
Bilim adamlarından bahsedip de Einstein’ı anmamak olmaz. Einstein’la ilgili anlatılan hikayelerde de hep onun ne kadar zeki ve yaratıcı olduğunu anlatıp durduk. Halbuki, Einstein’ın izafiyet teorisine kadar defalarca başarısız teorilerle uğraştığını ise pek bilmeyiz. İzafiyet teorisi üzerinde gösterdiği çabadansa onun dehasını överiz. Onun gibi olamayacağımızı düşünüp sıradanlığı ve vasatlığı kabulleniriz. Keşke bizim de kafamızda bir şimşek çaksa da biz de bir şeyler üretebilsek, değil mi? Ama biz o kadar zeki değiliz. Tarihteki karakterleri mitsel varlıklar olarak değerlendirdiğimiz sürece onlardan pek ders çıkaramayacağız gibi görünüyor. Halbuki tarihteki önemli kişiliklerin ortaya çıkardığı ürünlerin arkaplanında büyük bir irade ve tutkunun var olduğunu hatırlamak gerekiyor.
Yaratıcılık toplumsal olarak en çok değer verdiğimiz insani becerilerden biri. Fakat yaratıcılığın arkaplanındaki rahatsızlık halini de fark etmemiz gerekiyor. Konfor alanında kalarak yaratıcı olunamayacağını ve kafanın üzerinde yanan ampülün bir mit olduğunu görmemiz gerekiyor.