Yeni bir teknolojiyi sorgulamadan kabul etmek pek huyumuz değil aslında. Yeniyi hemen içimize sindiremesek de yeniyi daha kolay özümleyen genç neslin etkisi yeni normları belirler hale geliyor. Öbür yandan, yeni gelen teknolojiyle bir şeylerden ödün mü verdiğimiz sorusu hep akla gelmeye devam ediyor. Mesela şimdi ekranlara olan bağlılığımızı eleştirdiğimiz bir çağdayız ama bundan 20 yıl önce televizyonlar için aynı tartışma sürüyordu. Hatta ondan da önce radyo, ilk çıktığı zamanlarda çocukları kendine bağımlı hale getirdiği için eleştirilen bir teknolojiydi.
Şu an için dijital teknolojilerle kurduğumuz ilişkiyi gözden geçirmeye devam etsek de ciddi manada gündelik hayatımızı kuşatan bir kültür haline geldi. Zamanımızın büyük bir kısmını telefonda sosyal medya araçları ya da bilgisayar oyunlarıyla geçirdiğimiz bir normallik havuzundayız. Normal olarak gördüğümüz durumlar için de çoğu zaman harekete geçmek zordur. Çünkü herkes böyle yaşıyordur zaten ve rahatsızlık duymak da bu yüzden pek mümkün olmayabilir.
Öbür taraftan, geçmişte normal karşıladığımız pek çok olgu şu an bize kabul edilemez gelmiyor mu? Mesela eşler arası kavganın evliliğin tuzu biberi olduğu söyleniyordu. Şimdi ise, sağlıklı bir ilişkide yaşanan kavgaların çift terapisiyle çözülmesi gereken ciddi bir sorun olduğu su götürmez bir gerçektir. Evlilik içi kavgayı ne kadar normalleştirirsek onun için bir çözüm arayışına o derece girme ihtiyacı görmeyiz. Bir diğer deyişle, bir sorunu ne kadar çözümsüz olarak algılarsak; onu çözmeye dair bir çaresizlik duyarsak o sorunu o kadar normalleştirerek inkâr ederiz.
Dijital teknolojiyle kurduğumuz ilişkide de normalleşmeye sığındığımız bir senaryoyu yaşıyoruz. Değerlerimizle bağ kurduğumuz otantik bir yaşamdan uzaklaşıyoruz. Dijital teknolojiyi üst beynimizle kullanmayı öğrendiğimizde oldukça fayda göreceğimiz aşikârdır. Fakat genelde bu teknolojileri duygularımızdan kaçmak ya da onları yok etmek için kullandığımızdan memeli ve sürüngen beyinlerimizin hâkimiyeti altında bir kullanım tarzı benimsiyoruz.
Bu araçlardan bir yandan faydalanırken diğer yandan kontrolü nasıl elimizde tutabileceğimize dair Antik Yunan mitolojisinden bir hikâye var. Nir Eyal, teknolojiyle kurduğumuz bu sıkı ilişkinin bir bedeli olarak odaklanma becerimizi kaybettiğimizi ve onu tekrar nasıl kazanabileceğimizi anlattığı “Indistractable: How to Control Your Attention and Choose Your Life” adlı kitabında bu hikâyeyi benimkinden farklı bir bağlamda paylaşmış.
Ulysses ünlü bir gemicidir ve kendisine sadık bir mürettebatla bir maceraya çıkar. Bu yolculukta efsane haline gelmiş bir adanın yakınlarından geçmeleri gerekecektir. Bu adanın özelliği ise, dinleyenleri hipnotize etmiş gibi kendisine doğru çeken mest edici sesleriyle şarkı söyleyen cazibeli kadınlara ev sahipliği yapmasıdır. Bu sesleri dinleyen denizciler, adaya doğru çekilirler ve aslında bunun bir tuzak olduğu anlaşılamadan iş işte geçer. Ve adanın sahibi bu kadınlar büyülenmiş misafirlerini vahşice öldürürler. Bu efsaneden haberi olan Ulysses o muhteşem sesleri dinlemenin zevkine erişmek ister ve sonunda ölüme sürüklenmeyeceği bir plan yapar.
Mürettebatının kulaklarına tıkaç takmalarını ve o seslerin büyüsüne kapılıp gemiyi adaya doğru yüzdürmemesi için kendisini direğe bağlamalarını emreder. Adaya yaklaştıklarında, büyülü şarkıların tınıları Ulysses’in kulağına gelmeye başlar ve o anda mürettebatına hemen kendisini çözmeleri için emir verir. Çünkü o adaya yüzmek için aniden içinde kontrol edemediği bir istek meydana gelmiştir. Fakat planı doğrultusunda mürettebatın kulakları tıkalıdır. O büyülü şarkıları duymadıkları gibi kaptanlarının emirlerine tıkalıdır kulakları. Ulysses böylece böylesi eşsiz bir deneyimi tadarak hayatta kalan tek kişi olur.
Ulysses’in bu hikayesinden dijital teknolojiyle kurduğumuz ilişkiye dair bir ders çıkarabilir miyiz acaba? Dijital teknolojiler de kulağımıza büyüleyici gelen bir şarkı olabilir mi? Bizim de Ulysses gibi bir plana ihtiyacımız var mı dersiniz?